Hep deniz kenarında yaşadığım için, karayla çevrili şehirlerde bir adada yaşar gibi olurum. Karadeniz deyince de nedense aklıma dalga ve siyah köpükler gelirdi. Ayancık’ta dolaşırken ne kızgın, ne de siyah sular. Maviyle yeşil arası ve göl uysallığındaydı. Birkaç gün çektiğim fotoğraflara da bunu yansıtmış olacağım ki, paylaştığımda arkadaşlarım;
“Sen Karadeniz’de değil miydin?” Diye sordular.
“Sizin gibi beni de şaşırttı Karadeniz” dedim.
Ayancık’ın sokakları da Karadeniz gibi güler yüzlüydü. Birkaç balıkçı teknesi olsaydı, sahildeki genç adam yemli balık tutsaydı daha mı güzel olurdu. Sakin sokaklarda dolaşmak, tek tük karşılaştığım insanlarla selamlaşmak batılı bir davranıştı. Her selamlaşmada sınava girmiş gibi hissetsem de ne sorular geleceğini bilmek rahatlatıyordu beni.
Birinci soru;
“Nereden geldiniz?”
İkinci soru;
“Nerelisiniz”
Herkesin ayni soruyu sorması beni de eşimi de çok eğlendiriyordu. Hoşuma giden insanların son derece sıcak kanlı olmalarıydı.
Camiden yükselen seladan sonra arka arkaya acıyı yaşayan kalpler sayılırken nasıl bu kadar yaşamın içinde olabiliyorlardı. Her anonsta benim kalbim çarpmaya başlamıştı. Kim acaba? Tanıyormuş gibi üzülüyordum.
Öğrenmek istediğimiz yere elimizden tutup götürecek gibiydi insanlar. Hayatım boyunca bu kadar temiz kalplere rastlamadım. Burası gerçek bir dünya mıydı? Bir masal yöresi miydi? Nasıl bu kadar dürüst kalabildiklerini merak etmeye başlamıştım. Uzun zaman da düşünsem bu sırrı çözemeyecektim. Esnafın ayni işi yapan başka bir esnafa yönlendirmesi benim gibi dünyanın her tür tuhaflığını yaşamış biri için bile çok ilginçti.
Sokaklarda dolaşırken çekip gönderdiğim fotoğraflara bakan torunum bana;
“İnsanlar nerede?” Diye sorunca; o sessizliği bozan yeni bir anons, bir kez daha anons, ardından sıralanan isimleri hatırladım.
Türkiye’nin her tarafının otobanlarla kaplandığını düşündükçe bu kadar güzel bir yörenin yollarının aşılması zor olduğunu gördükçe, yollarla insan dürüstlüğü arasında elimde olmadan iletişim kurdum. Kötülüğü taşıyan yollar mıydı? Trafik ışıkları, korna ve fren sesleri; güzellikleri öldürürken dürüstlüğü de mi alıp götürüyorlardı. Kapıyı kilitlemeye gerek yok gibiydi. Öyle dediler. Biz çelik kapılar arkasında yaşamaya alışmışken burada neler oluyordu. Defalarca kapıları kilitleyip kilitlemediğimizi kontrol etmeye, her zil çalışında kim olduğunu sormadan açmamaya o kadar alışmıştık ki, kapımdaki kargocu, “Kim o” diye birkaç kez üst üste sorunca galiba benden korkmuş olacak ki, birkaç metre uzakta duruyor, kaçıp gidecek gibi bekliyordu. Aniden beni karşısında görünce neredeyse kimliğini hazırlayıp bana gösterecek hale gelmişti.
Dört beş liraya çay içmemi, kocaman kocaman fincanlarda Türk kahvesini yudumlamamı sağlayan kahvehaneleri çok arayacağım… Galiba ben bir masal şehrindeyim. Dönüşümde bir varmış bir yokmuş diye anlatmam gerekecek.
Ayancık seni çok sevdim. Sahilde rastladığım ve sevgiyle yanımıza yaklaşıp bizimle konuşan iki genç hanımı unutmam imkansız. Birinin adı Suzan’dı. Başlarındaki örtüler gözüme hiç yabancı görünmedi. Eşinin fırıncı olduğunu, doktor için Ayancık’a; Türkeli’nden geldiklerini söylediler. O kadar samimi ve güleçtiler ki. Onları bir kez daha görüp sohbet etmek için Ayancık’a gelebilirdim. Kısacık sohbetimizde, kız evlatlarına en iyi eğitimi vermek istediklerini öğrendiğimde mutluluğumu anlatamam. Bundan daha sevindirici ne olabilirdi. Küçük Karadeniz kasabası; dürüstlük, dostluk, yardımseverlik diye bir şeyin dünyada halen olduğuna beni inandırdı. Bana çok güzel duygular yaşattı. Ben bu kasabaya ne yaşatabilirim diye düşünürken, küçük kır kahvesinde yazmaya başladığım, romanımın ismini koymuştum bile,
“Bırakın Ayancık Sessiz Kalsın”
Gazeteci & Yazar ve Yaşam Koçu
Filiz TOSYALI
FACEBOOK YORUMLAR